Telifsiz resim kaynağı:  Hebi B. /Pixabay

Ne kötü çocuktum ben. Kötü çocuk, sorunlu ergen, gaddar abi… Küçük ve adi emellerim için he zaman aynı derecede basit oyunlarım vardı. Seksen üç kışı çok uzun sürmüştü İstanbul’da. Yarıyıl tatilini bitirip okula başlamamızın üzerinden daha iki gün geçmişti ki akşam saatinden başlayan kar bütün şehri üzerinden haftalarca kalkmayan beyaz örtüyle örtmüştü. Televizyon ve radyo uzun kar tatilinin devam ettiğini haber vermişti günlerce.

Saçaklardan sarkan sivri uçlu sarkıtları kartopuyla düşürerek gezinirdik sokaklarda. Üzerinde top oynadığımız kar, arada bir çıkan kış güneşiyle gevşer, yarı çamurlu, vıcık vıcık kar suyu ayaklarımıza işlerdi. Üşümezdik nedense. Dışarısı bizim yaşımızdaki çocuklar için eğlenceliydi ama belki de artık kendimi çocuk saymadığım için, benim aklım daha çok içerideydi. Bir an önce eve  dönüp günaha girmek için fırsat kollardım.

O soğuk günlerde bizimkiler nerelere giderdi hatırlamıyorum. Soğuktan dudaklarımız morarmış halde döndüğümüz evde çoğu zaman kardeşimle yalnız kalırdık. Tepeleme doldurulmuş sobanın üzerinde ekmek kızartıp tereyağı ve balla yediğimiz sırada aklımın bir köşesinde az sonra işleyeceğim suç için kardeşimi dışarı nasıl sepetleyeceğimin yolları olurdu. Her seferinde aynı oyuna gelirdi dik başlı kardeşim. Hiç gerek yokken, konusu bile edilmezken “Dışarısı çok soğuk” derdim. Sonra sesimi olabildiğince sertleştirip emir kipinde konuşurdum. “Sakın dışarı çıkayım falan deme fena yaparım.” Garibim ne de çabuk sinirlenirdi. Anında aramızda çıkarım çıkmam kavgası başlardı. Kışkırtabildiğim kadar kışkırtır, sonunda kavgayı onun kazanmasını sağlardım. Sözümü dinlemeyip kapıyı vurup çıktığında ev bana kalırdı.

Dedemin tahta bir kutusu kutunun içerisinde kendi eliyle yaptığı pipolar ve tütünleri vardı. Tamire gittiği hatırlı müşterilerinden birisinin hediye ettiği ince, uzun, kalın, kısa onlarca puronun yanı sıra, yurtdışına gidip gelenlerin hediye ettiği değişik sigaralar aynı kutunun içinde dururdu. Evde yalnız kalır kalmaz soluğu onun odasında alır kutuyu açar, öksüre tıksıra pipo dumanını içime çeker, ayna karşısında Amerikan film yıldızları gibi purolu pozlar verir, zaferle sonuçlanan psikolojik harekâtımın tadını çıkartırdım.

Birisine bir iş yaptırmanın yollarından birinin, kendisine tam tersini buyurup, yapmazsa başına geleceklerle tehdit etmek olduğunu o günlerde öğrenmiştim ama bunun kalabalık insan topluluklarını harekete geçirmenin de yollarından birisi olduğunu ancak bu günlerde fark edebildim. İnsanın içinde her zaman hakkını aramaya, alamazsa isyan etmeye, bağırıp çağırmaya hazır isyankar bir çocuk vardı sonuçta. Kim bilir? Sakın isyan etmeyin diyenlerin asıl amacı, isyanı başlatıp, çocuğu karda kışta sokağa çıkarmak mıydı acaba?

Demem o ki  televizyonlarda, gazetelerde, kürsülerde büyük laflar edenler, yine her zaman yaptıkları gibi olmadık zamanda,  olmadık sivri bir laf etmişlerse eğer,  kızmadan ya da onları alkışlamadan önce dikkat etmek, neyin peşinde diye biraz düşünmek lazım aslında. Hiç gereği yokken, konu uzaktan yakından orayla alakalı bile değilken, “Sakın ha!”  diyerek yasaklar koyup, kafanızı gözünüzü yararım tehditleri savurup, sinirinizi zıplatan, ayranınızı köpürtüp kabartan bir adamla karşılaştıysanız eğer, bir kez daha düşünün diyorum artık. Siz onun “Sakın ha!” dediklerini çiğnemekle meşgulken büyük bir ihtimalle,  o tütün kutusuna dalacak, pipoları, puroları talan edecektir.  Şekilde görüldüğü gibi…

Bir Cevap Yazın